Psikoloji alanı birçok alt alan içerdiğinden gerek deneysel gerek sosyal ve daha birçok alanda çeşitli deneyler yapılmıştır ve psikolojinin bugünkü şeklini almasında bu deneyler çok etkili olmuştur. Psikoloji üzerine yapılan en ünlü deneyler, sosyal psikoloji ve davranışçı psikoloji alanında yapılmıştır.
Sosyal psikoloji alanında emeği büyük olan Elliot Aronson bilişsel çelişki kuramı hakkında gerçekleştirdiği hayata dair deneylerle ünlüdür. Bilişsel çelişki kuramına benlik kavramını katarak insanların bilişsel çelişkileri benlik algılarından dolayı revize ettiklerini belirtmiştir. Bilişsel çelişki durumu sigara içiyorum ama sigara çok zararlı gibi tezatlıkları içerir. Bu konu hakkında yapılan deneyde katılımcılara çok sıkıcı bir deney gerçekleştirdikten sonra her bir katılımcıya bir sonraki kişinin deneyi için kendilerine yardım etmeleri rica edilmiş ve katılımcılardan bu yardım esnasında gelecek kişiye bu deneyin çok eğlenceli olduğunu söylemesini istemişler. Bunun karşılığında bir gruba bir dolar verirken diğer gruba yirmi dolar vermişler ve iki gruba da kendi gerçekleştirdikleri sıkıcı deneyin nasıl olduğunu sormuşlar. Yirmi dolar alan grup deneyin sıkıcı olduğunu söylerken bir dolar alan grup deneyin o kadar da sıkıcı olmadığını belirtmiş. Bu da yirmi dolar alan kişinin deney çok eğlenceli demesine rağmen deneyin sıkıcı olduğu düşüncesini devam ettirmesinin sebebinin bu yalanı yirmi dolar için söyledim gibi bir dışsal durumun varlığıydı. Fakat bir dolar alan grup kendi içlerinde bilişsel çelişkiyi yok etmek için deneyin o kadar da sıkıcı olmadığı yönünde bilişsel çelişkilerini giderdiler. Bu deney aynı zamanda kendini ikna etmenin bilişsel çelişki üzerinde büyük etkisi olduğunu da göstermektedir.
Stanford Hapishane Deneyi:
Psikolog Philip Zimbardo tarafından Stanford Üniversitesi’nde uygulanmıştır. Deney, hapishane ortamının insan davranışı üzerindeki etkisini incelemeyi amaçlamıştır. Deney için öğrencilerden oluşan bir grup seçilmiştir ve bu grup rastgele seçilen mahkumlar ve gardiyan grupları olmak üzere iki ayrı gruba ayrılmıştır. Deney, öğrencilerin rollerine çok fazla adapte olmaları nedeniyle beklenenden daha erken sonlandırıldı. Gardiyanların, kendilerine verilen otoriteyi kötüye kullanarak mahkûmlara zorbalık yapmaya başlamaları ve mahkumların bu duruma itaat etmeye başlamaları, deneyin en çarpıcı sonuçlarından biriydi. Stanford hapishane deneyi, otorite ve itaat konularında etik dışı olduğu için eleştirilmiştir. Ancak, deney, sosyal psikoloji üzerinde büyük bir etkisi olan ve insan davranışının rol ve beklentilere ne dereceye kadar uyum sağladığını gösteren önemli bir çalışmadır.
Milgram Obedience Deneyi:
Sosyal psikolog Stanley Milgram tarafından 1960’ların başında gerçekleştirildi. Bu deney, insanların otorite figürlerinin emirlerine ne ölçüde itaat edeceğini araştırmayı amaçladı. Deneyde, deneklere öğretmen rolü verildi ve bir öğrenciye bir dizi soru sormaları istendi. Öğrenci her yanlış cevap verdiğinde, öğretmene öğrenciye bir elektrik şoku uygulaması emredildi. Öğrenci yanıtları yanlış olduğu için sürekli olarak şok alıyordu. Gerçekte, öğrenci bir aktördü ve herhangi bir elektrik şoku almadı. Ancak, ‘öğretmen’ rolündeki denekler, otorite figürünün emirlerine itaat etmek için büyük bir baskı hissettiler ve bu durum, itaatsizliğin sonuçları hakkında endişeleri nedeniyle birçok denek için oldukça stresliydi. Milgram Obedience deneyi, otorite ve itaat konularında etik dışı olduğu için eleştirilmiştir, ancak deney, otorite figürlerinin emirlerine itaat etme eğilimindeki insanların boyutunu ve bu eğilimin insan davranışı üzerindeki etkisini gösteren önemli bir çalışma olmuştur.
Asch Conformity Deneyi:
Sosyal psikolog Solomon Asch tarafından 1950’lerin ortalarında gerçekleştirildi. Bu deney, bireylerin grup baskısına karşı direnme yeteneklerini araştırmayı amaçladı. Deneyde, bir grup denek bir dizi görsel testi tamamlamak üzere görevlendirildi. Bir testte, deneklere iki kart gösterildi. Bir kartta tek bir çizgi, diğer kartta ise üç çizgi bulunmaktaydı. Deneklerden, tek çizginin hangi çizgiye eşit olduğunu belirtmeleri istendi. Aslında deneyde sadece bir denek vardı ve geri kalanlar aktördü. Aktörler, hedef çizgiye eşit olmayan bir çizgiyi seçerek yanlış cevaplar verdiler. Asıl amaç, gerçek deneklerin yanlış cevapları veren grupla uyum sağlamak için doğru cevabı reddedip reddetmeyeceklerini görmekti. Asch, deneklerin önemli bir yüzdesinin grupla uyum sağlamak için doğru cevabı reddettiğini bulmuştur. Bu deney, grup baskısının bireylerin kararlarını nasıl etkileyebileceğini gösteren önemli bir çalışma olmuştur.
Küçük Albert Deneyi:
John B. Watson ve Rosalie Rayner tarafından 1920 yılında gerçekleştirildi. Bu deney, klasik koşullanmanın insanlar üzerindeki etkisini araştırmayı amaçladı. Deneyde, 9 aylık bir bebek olan Albert, beyaz bir laboratuvar faresiyle tanıştırıldı. Farenin varlığında Albert’e yüksek ve korkutucu bir ses çıkarıldı. Bu durum, Albert’in beyaz fareye karşı bir korku oluşturmasına neden oldu. Deney ilerledikçe, Watson ve Rayner, Albert’in beyaz fareye değil, aynı zamanda beyaz ve tüylü diğer nesnelere karşı da bir korku geliştirdiğini gözlemlediler. Bu, genelleme olarak bilinen bir fenomeni gösteriyordu. Küçük Albert Deneyi, etik tartışmaları nedeniyle eleştirilmiştir, çünkü Albert’in oluşturulan korkularının giderilmesi için herhangi bir çaba sarf edilmemiştir ve Albert’in erken yaşta büyük ruhsal problemler yaşadığı bilinmektedir. Bununla birlikte, deney, klasik koşullanmanın ve genelleme kavramlarının anlaşılması için önemli bir rol oynamıştır.
Loftus ve Palmer’ın Araba Kazası Deneyi:
Elizabeth Loftus ve John Palmer tarafından 1974 yılında gerçekleştirildi. Bu deney, yanıltıcı bilgilerin ve önermelerin bir kişinin bir olay hakkındaki hatıralarını nasıl etkileyebileceğini araştırmayı amaçladı. Deneyin birinci aşamasında, deneklere bir dizi trafik kazası videosu gösterildi. Daha sonra deneklere, kazaların ne kadar hızlı olduğunu belirlemeleri için sorular soruldu. Ancak, soruların ifade şekli değiştirildi. Örneğin, bazı deneklere “Arabalar birbirine çarptığında ne kadar hızlı gidiyorlardı?” diye sorulurken, diğerlerine “Arabalar birbirine girdiğinde ne kadar hızlı gidiyorlardı?” diye soruldu. İkinci ifade, kazanın daha şiddetli olduğu izlenimini verdi ve bu deneklerin kazanın daha hızlı olduğunu tahmin etmelerine neden oldu. Deneyin ikinci aşamasında, deneklere kazalarla ilgili yanıltıcı bilgiler verildi. Deneklere, kazanın bir camın kırılmasına neden olduğu söylendi, ancak videoda böyle bir şey yer almadı. Daha sonra deneklere, kazayı hatırlayıp hatırlamadıkları ve camın kırıldığını hatırlayıp hatırlamadıkları soruldu. Birçok denek, camın kırıldığını hatırladığını belirtti, bu da yanıltıcı bilgilerin bir olay hakkındaki hatıraları nasıl değiştirebileceğini gösterdi. Loftus ve Palmer’in Araba Kazası Deneyi, bellek üzerindeki yanıltıcı bilgilerin etkisini incelemek için önemli bir çalışma olmuştur.
Harlow’ın Maymunlar Deneyi:
Psikolog Harry Harlow tarafından 1950’lerde gerçekleştirildi. Bu deney, genç maymunların annelerine karşı bağlanma davranışlarını ve bu bağın fiziksel ve duygusal ihtiyaçları karşılamadaki rollerini araştırmayı amaçladı. Deneyde, genç maymunlar annelerinden ayrıldı ve iki farklı anne figürü ile bir araya getirildi. Bir anne tel kafes şeklindeydi ve maymunlara yiyecek sağladı. Diğer anne ise yumuşak bir malzemeden yapılmıştı ancak yiyecek sağlamıyordu. Harlow, genç maymunların çoğunun çoğu zamanını yumuşak anneyle geçirdiğini ve sadece yiyecek ihtiyaçları olduğunda tel anneye gittiklerini bulmuştur. Bu, maymunların sadece fiziksel ihtiyaçlarını karşılamakla kalmayıp aynı zamanda duygusal konfor ve güvenlik de aradıklarını göstermiştir. Harlow’ın maymunlar deneyi, gençlerin annelerine olan bağlanmalarının ve bu bağın duygusal gelişimlerindeki rolünün daha iyi anlaşılmasına yardımcı olmuştur. Ancak, deney hayvan hakları ve etik konularından dolayı eleştirilmiştir.
Rosenhan’ın Sahte Hasta Deneyi:
Psikolog David Rosenhan tarafından 1970’lerde yürütüldü. Bu deney, psikiyatrik teşhislerin geçerliliğini ve güvenilirliğini sorgulamayı amaçladı. Deneyde, Rosenhan ve yedi gönüllü, çeşitli akıl hastanelerine girdi ve kendilerini duyamaz hale geldiklerini belirtti. Bu semptom, herhangi bir tanınan psikiyatrik hastalığın belirtisi değildi, ancak tüm “hastalar” şizofreni teşhisi alarak hastaneye yatırıldı. Hastanedeyken, sahte hastalar normal davranmaya başladı ve semptomları olmadığını belirtti. Bununla birlikte, bu bilgi, hastane personeli tarafından genellikle şizofreninin remisyonda olduğu şeklinde yorumlandı. Sahte hastaların, normal davranmalarına rağmen, hastaneden çıkmaları genellikle bir haftadan fazla sürdü. Rosenhan’ın deneyi, psikiyatrik teşhislerin subjektifliğini ve psikiyatrik hastanelerdeki tedavi koşullarını eleştiren büyük bir tartışmayı tetikledi. Bu çalışma, akıl sağlığı uygulamalarının revizyonunu ve reformunu teşvik eden önemli bir etkiye sahip oldu.
Bandura’nın Bobo Bebek Deneyi:
Psikolog Albert Bandura tarafından 1960’ların başında gerçekleştirildi. Bu deney, sosyal öğrenme teorisi kapsamında çocukların ahlaki davranışlarını, özellikle de şiddeti, nasıl öğrendiklerini araştırmayı amaçladı. Deneyde, çocuklar bir yetişkinin bir Bobo bebek (bir tür şişme oyuncak) üzerinde agresif davranışlar sergilediğini izledi. Daha sonra çocuklar, aynı oyuncakla bir odaya bırakıldı ve davranışları gözlendi. Bandura, çocukların büyük bir bölümünün yetişkinin agresif davranışlarını taklit ettiğini bulmuştur. Hatta bazı çocuklar, yetişkinin sergilediği davranışları aşan veya onları genişleten davranışlar sergilemiştir. Bu deney, çocukların gözlem yoluyla öğrenebileceklerini ve özellikle yetişkinlerin davranışlarını taklit ederek sosyal normları ve beklentileri öğrenebileceklerini göstermiştir. Bu bulgular, sosyal öğrenme teorisinin temelini oluşturmuştur.
Uzman Psikolog Armağan Akyol